Aşk, insanların büyük bir tutku ile yaşadığı en çarpıcı duygulardan. Varoluşu, insanın varoluşuyla paralel belki de. Ne zaman ki insan kendi benliğini anlamaya başladı aşk da öyle varoluşunu yakaladı, insan canlısının doğasında.
Bu yüzdendir ki kendi varoluşunu daha anlamlandıramamış olan insan, hayatının bir dönemi kendisini tutsak eden bu aşk denen duygunun da ne başlangıcını ne de varoluşunu anlamlandırabilmiş olsun. İnsan doğada karşılaştığı her bilinmeze yaptığı gibi aşk ile yaşamayı da öğrenmiş elbet. Onu özümsemeyi, kabul etmeyi, yaşamayı seçmiş. Hatta onu yaptığı işlerin en temeline koymuş, böylece aşk birçok şaire, yazara, hatta sokaktan geçen herhangi bir insana bile ilham kaynağı olmuş. Aşk olmasaydı hangi şair şu dizeleri yazabilirdi değil mi? :
“Anlamıyor musun?
Gökyüzü güneş olsa
Sensiz karanlıktayım.”
Aşık olduğumuz durumlarda beyinden gelen belli sinyaller doğrultusunda kalbimizin atış hızında yaşanan değişimler, kalbimizi sıkışırmış gibi hissetmemiz…
Bunlar insanların aşkın kaynağını kalp olarak adlandırmalarına sebebiyet vermiş yıllarca. Fakat yakın yıllarda kullanılmaya başlanan beyin görüntüleme teknikleriyle birlikte, birçok kavramı masaya yatıran bilim; insanın hayatını büyük ölçüde etkileyen aşkı da masaya yatırmaya karar vermiş ve bu tekniklerden faydalanmış. Böylece aşk denen bilinmezliğin içine derinlemesine bir yolculuğa çıkılıp birçok farklı olguya erişilmiş bilim dünyasında.
Biz de bu yazımızda, yapılan araştırmalar doğrultusunda çoğu insanın aklında aşkla ilgili bulunan soruları cevaplandırmaya çalışacağız. Hepinize keyifli okumalar diliyorum.
Aşk ile ilgili ilk çalışmalar 2000 yıllarında Semir Zeki ve ekibi tarafından yapıldı. Araştırmada aşklarının en üst seviyesinde olan 17 çift üniversite öğrencisi hem partnerlerinin resmine bakarken hem de sevdikleri herhangi birinin yüzüne bakarken beyin görüntüleme aletlerinin altında incelendiler. Böylece bireylerin aşık oldukları kişileri gördüklerinde, beyinlerinde gerçekleşen değişimler ortaya konuldu.
Derinden aşık olunan kişilere bakarken, özellikle bazı beyin bölgeleri aktif hale gelirken, bazı bölgeler inaktif hale geliyordu. Beyindeki mesaj iletimini sağlayan nörotransmitterlerin bazılarının salınımı artarken tam tersi bazılarının da salınımı oldukça azalıyordu. Bu bulgular doğrultusunda da aşık olduğumuz zamanda yaşadığımız tüm değişikliklerin asıl nedenleri hakkında hipotezler üretildi. Böylece büyük bir bilinmez olan aşk konusunda da belirli sorularımızın cevaplarına erişebilmiş olduk.
1) Aşk insanı iyi hissettirir mi ?
Beyindeki belirli bölgeler aşık olduğumuz kişiye bakarken uyarılıyor ve harekete geçiyor. Bu bölgelerin bütünü emosyonel beyin dediğimiz yapıyı oluşturur ve bu bölgeler çoğunlukla beyindeki ödül sisteminin ana parçalarıdır. Madde bağımlısı bireylerin, madde kullanımından sonra yaşadığı haz ve mutluluk hissi de bu ödül merkezini uyarır. Aşk da beyinde ödül merkezini uyararak aynı etkiyi yaratır. Aşık olduğumuz kişiye bakarken bu yüzden tarif edilemez bir mutluluk hissi ile dolarız.
Beyindeki Dopamin adlı nörotransmitter, salgılandığında bireye “iyi olma” hissi verir, ödül merkezini uyarır. Aşık olduğumuzda ya da cinsel ilişki sırasında dopamin salgımız artar bunun sonucunda da ödül merkezimiz uyarılır, böylece insanda iyi hissetme hali ortaya çıkar. Bu yüzdendir ki aşık olduğumuzda dünyanın en mutlu insanı gibi hissederiz ve içimiz içimize sığmaz.
2) Aşk bir obsesyon mudur?
Obsesyon, en basit anlamı ile takıntı olarak bilinir. Kişinin zihnine bir anda gelen, tekrar eden ve rahatsızlık veren düşüncelerdir.
Aşık olan bireylerde yapılan araştırma sonucu, aşklarının zirvesinde olan bireylerde dopamin artışı görülürken diğer bir nörotransmitter olan serotonin miktarında ise düşüş gözlemlendi. Ve bu serotonin miktarındaki düşüş, tıpkı psikiyatrik bir hastalık olan obsesif-kompülsif bozukluktaki serotonin miktarındaki düşüş ile benzerlik gösteriyordu.
Böylece anlaşıldı ki aslında aşk da başlarda bir obsesyon olarak ortaya çıkıyor. İlişkinizin başlarında karşınızdaki kişinin sizi isteyip istemediğini düşündüğünüz, farklı ihtimalleri sürekli kafanızda tekrarladığınız dönemler olmuştur. İşte bu düşüncelerin kökeni, aşık bireylerdeki serotonin miktarının düşüşüne dayanır. Aşık olduğunuz kişiden başka bir şey düşünemez halde olur, yaşadığınız her olay, gördüğünüz her şey onunla alakalıymış gibi gelir ve zihninizde onunla ilgili birçok tekrarlayan düşünceyle baş başa kalırsınız.
3) Aşkın gözü kör müdür?
Aşık olduğumuzda bazı beyin bölgeleri aktif hale gelirken bazılarının inaktif hale geldiğinden bahsetmiştik. Bu inaktif hale gelen bölgelerden biri korku gibi duygularla ilişkili olan amigdaladır. Bu beyin bölgesi, dışarıda bizim için tehlike unsuru olabilecek her uyarana karşı tetikte bulunur. Ve korku duygusu ile tehlikeli olan uyarandan kaçabilmemizi ya da kendimizi korumamızı sağlar. Fakat aşık bireylerde amigdalanın daha az aktif hale gelmesi, onları aşk için her şeyi yapabilecek, korkusuz bireyler haline getirir. Aşık bireylerin birbirleri için kullandıkları senin için dağları delerim gibi ifadeler hakkında anlıyoruz ki çok içten söyleniyor olabilir 😊 .
Aktivitesinde azalış yaşanan bir diğer bölgeler frontal, parietal ve orta temporal kortekslerin bazı parçalarıdır. Bu bölgeler (özellikle frontal korteksimiz) diğer insanlara bir adım geriden bakabilmemizi, onlara eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşabilmemizi sağlarlar. Fakat romantik aşklarda bu bölgelerin faaliyetlerinin durması, aşık bireylerin birbirlerinin yanlışlarını ve kusurlarını görememelerine neden olur. Aynı zamanda frontal korteksteki baskılanma, hareket koordinasyonumuzun da bozulmasına neden olur. Bu yüzdendir ki aşık olduğumuz bireyler çevremizdeyken oldukça sakar bir hale geliriz.
4) Aşk karşımızdakine derinden bağlanmamıza mı neden olur?
Hipotalamus’tan salgılan iki hormon oksitosin ve vazopressin, vücut için farklı işlevlere sahip olsalarda aşık bireylerde bağlanmaya sebep olurlar. Örneğin, oksitosin, iç organları çevreleyen düz kasların kasılmasını sağlamak dışında bir bağlanma hormonudur. Aşık olduğunuz kişiye sürekli sarılma, temasa geçme isteği verir.
Beyin sapı denilen bölgede her iki hormon için de birçok reseptör bulunmaktadır. Romantik aşkın en zirve dönemlerinde bu iki hormon bolca salgılanır.
Bir çalışma sonucunda, bu iki hormonun canlılardaki tek eşliliğe katkı sağladıkları da bulunmuş. Doğada bazı canlılar monogami (tek eşli) iken bazı canlılar poligamidir (çok eşli). Monogomi ömür boyu tek bir eş ile vakit geçirmek olabileceği gibi, o eşle ilişkiyi bitirip başka bir eşle ilişkiye başlamak şeklinde de olabilir.
Monogom olan tarla fareleri ve poligam olan dağ farelerinin karşılaştırıldığı bu çalışmada. Tarla farelerinin kanında, dağ farelerinden farklı olarak bol miktarda oksitosin ve vazopressin hormonlarının bulunduğu görülmüş. Tarla farelerinin bu hormonları bloke edildiğinde, tıpkı dağ fareleri gibi poligam bir hayata geçmiş, rastgele cinsel ilişki yaşamaya başlamışlar. Bu hormonları geri verilip çiftleşmeleri önlendiğinde, hiç cinsel ilişkiye girmeme pahasına olsa bile eşlerine sadık kalmaya devam etmişler. Çalışmanın tuhaf sonuçlarından biri şu olmuş ki dağ farelerine bu hormonlar enjekte edilse bile, onlar tarla fareleri gibi sadık olmamış ve tek eşli bir yaşama geçmemişler. Nedeni araştırıldığında ise dağ farelerinin beyinlerinde bu iki hormonu algılayacak reseptörler bulunmadığı fark edilmiş.
Araştırmalar sonucu anlıyoruz ki, bu iki hormon sayesinde karşımızdaki partnere fazlasıyla bağlanabiliyor ve sadık kalabiliyoruz.
5) Aşkın sonu var mıdır?
İnsanlar olarak bu duyguyu yaşarken onun sonsuza kadar süreceğini düşünsek bile; beyindeki aşk sonucunda oluşan etkilerin normale dönme süresi incelendiğinde, aşkın ömrünün 12-18 ay arası olduğu ortaya konulmuş.
Aşk çok yoğun bir şekilde yaşanır ve ona eşlik eden birçok değişiklik görülür. Fakat yaklaşık 2 yılın sonunda aşkın bitmeye başladığını görürüz.
Peki bunun biz insanlar için anlamı nedir? Eğer aşk biten bir şey ise neden aşık olalım ki?
Aşk kolay kontrol edemediğimiz, daha delice kararlar verdiğimiz ve gözümüzü kör eden bir duygu halidir. Fakat beyindeki etkileri normale dönmeye başladığında bizler için aşkın bu etkileri de ortadan kalkmaya başlar. Böylece partnerimize daha farklı bir bakış açısından bakmaya başlarız. Belki de hiç görmediğimiz kusurlarını fark eder, sorunlarımızı saptarız. Bu da aslında ilişkide partnerleri daha üste taşıyan bir sınava sokar gibi düşünebiliriz. Çünkü düzgün bir ilişki kurabilmek için çiftlerin birbirlerine karşı sahip oldukları o kilitlenmişliğin çözülmesi gerekir. Eğer kişiler aşık olma hissine değil de gerçekten karşılarındaki partnere aşıklarsa; bu aşk, sonucunda çok güçlü bir bağlılığa, gerçek bir sevgiye dönüşebilir.
Bu döngü sonucunda, biz insanlar neslini devam ettirme amacının daha ötesinde bir şey kazanmış oluruz. Kendi ve öteki için var olmayı öğreniriz. Koşulsuz sevgi alır ve veririz. Bunların yanı sıra her duygunun getirdiği gibi; aşk ve sevgi ile birlikte zamanı geldiğinde bırakabilmeyi, vazgeçebilmeyi, bazen affetmeyi, hem kendinin hem de karşıdakinin mutluluğunu düşünebilmeyi öğreniriz.
Aşk ve sevgi insana birçok şeyi öğretir, onun gelişiminin en büyük kamçılarından biri haline gelir. Döngünün içinde bizler de bazı düşüşler yaşar ve bunun sonucunda tekrar kalkmayı da öğreniriz. Bu yüzdendir ki olan her şeye rağmen insan tekrar tekrar sevmeye devam eder. Aşkın beyindeki etkilerinden bahsetmek onu anlamakta ve açıklamakta çok işe yarasa bile aşkın tamamen kimyasal bir şey olduğunu iddia etmek , aşk uğruna birçok şey yapan, yapıtlarını onunla yoğuran insanlık için bir haksızlık olabilir diye düşünüyorum.
Hayran olduğumuz birçok şey aşkın bu yapısından doğuyor. Bu yüzden yaşamak ve deneyimlemek için buradayken, aşkı da öğrenmeye izin verelim.
Umarım, hayat herkes için gerçek sevgiye dönüşebilecek bir aşk tecrübesi yaşama imkanı sunar.
Güzel günler diler ve okuduğunuz için teşekkür ederim .
Serap Altıntaş
Comments