“...inişli çıkışlı duyguların değişen fırtınasıyla öyle dolup taşmıştım ki iç dünyam sonsuza dek paramparça olmuştu.”
“Şahsen insanları mahkûm etmektense, anlamak beni daha mutlu kılar.”
İnsanın temel ihtiyaçlarını sıralayacak olsak “anlaşılmak” ihtiyacını kaçıncı sıraya koyardınız? Anlatmak ve dinlemek gün içinde yaptığımız sıradan, tabii eylemlerden olarak görünse de bunların ruhumuz için olan önemini düşündünüz mü? İçinizi gıdıklamak, biraz olsun sizi düşündürmek isterim; peki siz daha önce anlaşıldığınızı hissettiniz mi hiç?
Seçtiğimiz bölüm sebebiyle insanları yargılamadan, daha çok empati kurarak dinlemeyi ve anlamayı kendimize görev edinmiş insanlar olarak hali hazırda hayatımızda da bu şekilde davranıyoruz. Acımasızca yargılanmanın, eleştirilmenin insanı nasıl da kendi kabuğuna ittiğini belki de yalnızlaştırdığını kimimiz tecrübelerimizle kimimiz de çevremizden öğrendik. İnsanlar kendi başına gelmemiş olaylarda kolaylıkla ahlak bekçisi kesilebilirler çünkü yorum yapmak, eleştirmek çok daha kolaydır ipin ucu kendilerine uzanmadığında.
Sevgili Zweig bugün bile kendinden söz ettiren, unutulmaz novellasına küçük bir pansiyonda kalan bir kadının, eşini ve çocuklarını terk edip bir gün önce tanıştığı adamla kaçmasıyla başlıyor. Dur. Ne düşünüyorsun? Hemen bir fikir oluşturdun mu kadın hakkında? Mutsuz bir evlilik, sadakatsiz bir eş, çocuklarını sevmeyen bir anne? Bence bu bizi ilgilendirmez. Varsayımlarımızı kendimize saklamamız daha doğru olur diye düşünüyorum nitekim kitabın devamında altmış yedi yaşındaki bir kadının yirmi beş senedir kimseye anlatamadığı hayatını bir gecede değiştiren hikayesini okuyoruz. Bu kadın artık yaşı sebebiyle kimseden çekinmediğini bizlere söylüyor ve açıkçası karşısına onu yargılamadan yalnızca anlamak için dinleyecek birinin çıkmasının yirmi beş seneyi bulmuş olması bir hayli üzücü.
Psikolojik tahlil, tespitler ve edebî açısından epey zengin olan bu etkileyici novellayı okumanızı şiddetle tavsiye ederim. Okumanızı umarak spoiler vermeden yazıma devam ediyorum :)
Başta da sormuştum daha önce anlaşıldığınızı hissettiniz mi diye. Birinin sizi anlaması için onu ne kadar zamandır tanıyor olmanız gerekir, yani bunun ideal bir süresi var mıdır? Bazen en yakınımızdakilere bile içimizi açamayız, çoğu zaman bizi anlatmaktan alıkoyan ise “anlaşılamamak kaygısı, eleştirilmek korkusu”dur. Bu durum bir süre böyle devam ettiğinde ise yalnızlık hissi kaçınılmazdır. İnsan uzun süre yalnız kalamaz, kalırsa ruhu hastalanır.
Anlaşıldığımız yere yakınlık hissederiz dolayısıyla orada daha çok paylaşımda bulunuruz. Aynı zamanda bizi de kendisine böyle yakın görecek insanlar olmalıdır hayatımızda. Hep aldığımız ama hiç vermediğimiz bir ilişkide denge sağlanamaz ve biz de bu ilişkiyi uzun süre yürütemeyiz.
Dostoyevski’nin Budala romanında şöyle bir ifade geçiyor: “Bir kişiyle olsun, her şeyimi kendimle konuşuyor gibi konuşmak istiyorum.” Kendi kendimize elbette çoğu zaman yetebiliriz fakat sosyal bir varlık olmamızdan sebep kendimize yakın birini arar dururuz. Çünkü o yakın kişi bizi anlayacaktır ve bizler de anlaşılmaya muhtacızdır. Kimi insanlar resimleriyle anlatmaya çalışmıştır kimisi şiirleriyle, kitaplarıyla kimisi ise müziğiyle..
hepsi ortak bir noktada buluşur: anlaşılmak istemek. Kendinizin bu ihtiyacını fark ettiğinize göre çevrenizdeki insanların da buna ihtiyaç duyduklarını unutmadığınız, empatiyi düşüncelerinizden eksik etmediğiniz güzel sağlıklı ilişkiler dilerim.
ve
“Belki de anlamak için yanan bir kalbimizin olması gerekir.”
Comentários