“Hakiki kendilik, kendiliğinden ihtiyaçların, dışavurumların kaynağıdır.
Sahte kendilik ise çevrenin sağlamadığı olumlu ortamı sürekli olarak oluşturmaya yönelik bir aktivitedir.”
Winnicott, Dinamik ekolün en önemli kuramcılarından biridir. Kendisi bir Analist olmadan önce, çocuk sağlığı uzmanı olarak görev yapmıştır. Psikanaliz eğitimi aldıktan sonra, önceki meslek yaşantısındaki birçok deneyimini ve gözlemlerini kullanarak ekole farklı bakış açıları sunmuştur.
Bebekler ve annelerinin ilişkilerini gözlemleme fırsatı bulmuş, bir bebeğin sağlıklı gelişimine ya da gelişimsel sapmalara yol açabilecek annelik biçimleri hakkında yeni yorumlar getirmiştir.
Winnicott’ ın kuramının temelini anlayabilmek için onun şu sözüne bakmanızı isterim:
Bir bebeğin ihtiyaçlarını karşılamak sürecin içerisinde olağan ve kolaydır. Bebek acıkır ve anne onu doyurur. Fakat Winnicott’ a göre önemli olan bu ihtiyaçların anne tarafından nasıl idare edildiğidir.
Eğer bebeğin ihtiyaçlarını karşılarken sevgi veren ve onu rahatlatan bir anne figürü varsa, bu özerk bir yavrunun gelişimi için sağlıklı bir zemin hazırlar.
Winnicott, bu tür çocukların ileride “Sahte Kendilik Bozukluğu” adı verdiği patolojik rahatsızlığa sahip olacaklarını öne sürer.
Geleneksel işlevi tamamen bozulmuş patolojik rahatsızlıkları klinik odağı yapmayan Winnicott, kişilerin öznel yaşantıları ve algılayışları ile ilgilenir.
Winnicott, bir Analist olarak ilgisini çeken insanları şöyle tanımlar:
“insan gibi işleyiş gösteren ama kendisini insan olarak hissetmeyen hastalar.”
Bu tanım ve Sahte kendilik bozukluğu, öznelliğin ve birey olma niteliğinin bozulduğu psikopatolojiyi tarif etmek için Winnicott’ un kullandığı terimdir.
Var olan rahatsızlıklar haricinde, insanlarda Sahte Kendilik Bozukluğu’nun da bulunabileceğini öne süren Winnicott, bozukluğa sebep olabilecek yaşantıları da gözlemleme ve teoriye dökme fırsatı bulmuştur.
Peki sizce bu yaşantılar neler olabilir? Birlikte inceleyelim 😊
SAHTE KENDİLİK BOZUKLUĞU NASIL ORTAYA ÇIKAR?
Yeni doğan bir bebek, ihtiyaçlarının spontane bir şekilde ortaya çıktığı süregiden bir varoluş gösterir. Bu süregiden varoluş içinde annenin tek yapması gereken, uygun ortamı hazırlamak ve bebeğin ihtiyaçlarına olabildiğince çabuk yanıt vermektir. Böylece bebeğin bütünleşmemiş yaşantıları, uygun bir zeminde bütünleşmeye doğru evrilecektir.
Winnicott, annenin ihtiyaçları doyurmadaki rolünü “Yeterince İyi Annelik” kavramı ile açıklar. Ona göre yeterince iyi annelik, aslında gebeliğin son aylarında ortaya çıkmaktadır. Annenin karnı iyice büyümüş, işlevselliği son derece kısıtlanmıştır. Sağlıklı bir doğum için anne kısıtlanan işlevselliğiyle birlikte kendi öznel yaşantısından odağını çekerek bebeğin öznel yaşantısına odaklanmaya başlar. Bebeğin doğumu ve bakım sürecinin başlamasıyla birlikte annenin kendi yaşantısına ilgisi azalır ve ilgisini, odağını tamamen kendi bebeğinin ihtiyaçlarına yöneltir.
Bu yapıcı ortamın sağlanmaması, Sahte Kendilik Bozukluğu’ nun temel nedenlerinden biridir.
“Peki anne neden kendi ihtiyaçları ve isteklerinden vazgeçip tamamen bebeğine odaklanmak zorunda, böylesi zor bir görevi başarmak kolay olmamalı” sorularının zihninizde belirdiğini tahmin ediyorum, Winnicott bunu da düşünmüş olmalı ki, güzel bir açıklama ile bizlere geri dönüt sağlamış.
Winnicott, annenin mükemmel olmasından daha çok yeterince iyi olması gerektiğini vurgular. Mükemmel olmak imkansızdır ama yeterince iyi olmak için çabalayan bir anne, bebeğin içsel dünyasında mutlaka karşılık bulur.
Annenin bu çabalama halini Winnicott “Geçici ve yapıcı bir delilik” olarak tanımlar. Her ne kadar zor bir süreç olsa da anne o an bunun farkında olmayacaktır, yapıcı bir delilik hali yaşamaktadır.
Annenin süreçteki durumuna göz gezdirdik, artık bebeğin süreçteki içsel algı ve yaşantılarına da bakmaya ne dersiniz?
Winnicott bebeğin sürecini açıklamak için, “Yaşantı Evreleri” ni öne sürer.
Hep birlikte inceleyelim 😊

ÖZNEL TÜMGÜÇLÜLÜK YAŞANTISI : “Tümgüç benim, arzularım ve isteklerim her şeyi yaratabilir”
“Bebek, doğal yaşantısı gereği acıkır, yeterli iyi anne bu durumu fark eder ve bebeği için süt sağlar. Emzirme sırasında sadece sütü vermek değildir önemli olan, anne aynı zamanda bebeğin anlamlandıramadığı acıkma sürecini rahatlatıcı bir eyleme dönüştürmeye çalışır. Bebeğe rahatlatıcı cümleler söyler ve yanında olduğunu hissettirir.”
Bebeğin ortaya çıkan ihtiyaçlarına karşı bu rolü üstlenen annedir, ona koruyucu bir çevre sağlar. Bebek farkında olmadan korunmakta, beslenmekte ve rahatlamaktadır. Fakat bebeğin dünyasında bu süreç dışarıdan gelen bir doyurulma olarak algılanmaz. Annenin duyarlılığı bebeğe tümgüçlü hissettiği bir alan sağlar. Bebek arzularının her şeyi yaratabildiğini düşünmektedir. Acıkır, memeyi hayal eder, kendini besler ve doyuma ulaşır. Yani bebek için, memeyi yaratan da kendini besleyen de O’dur.
Annenin çocuğun ihtiyaçlarına eş duyumlu yanıtlar vermesi çocuğun tutarlı bir kendilik duygusu geliştirmesinde, iç dünyasının olgunlaşmasında çok önemli bir aşamaya yol açması bakımından ön plana çıkar. Winnicott bu aşamaya “Yanılsama Anı” adı verir.
Çocuk eş duyumlu olarak ihtiyaçları karşılandığında kendini her türlü tatminin kaynağı olarak yaşar. Bu tam bir “Tümgüçlülük” deneyimidir. Çocuk her türlü yaratının kaynağıdır kendi iç dünyasında.
Söz konusu tümgüçlülük deneyimi kendiliğin sağlıklı gelişimi açısından belirleyici bir önem taşır. “Gelecekteki yaşamda dış dünyanın güçlükleri karşısında yıkılmayan bir kendine güven duygusu böyle bir çocuksu tümgüçlülük deneyimine dayanır.”
Çocuğun bu tüm güçlülük yanılsamasının temeli, işte annenin geçici delilik durumuyla verdiği eşduyumlu yanıtlara dayanır Winnicott’ ta.
Winnicott için önemli bir diğer nokta da çocuğun yalnız olabilme kapasitesinin gelişimidir. Anne sadece çocuğun ihtiyaçlarını karşılamakla kalmamalı onun sakin dönemlerini, yalnızlık deneyimlerini yersiz uyaranlarla bölmemeli, gereksiz uyarıcılık sunmamalıdır. Annenin bebeğin yalnızlığına eşlik etmesi de kendilik deneyiminin gelişimi açısından ön plana çıkmaktadır.
Annenin sürecinin geçici bir delilik olduğunu vurgulamıştık. Buradaki geçici kavramı tam anlamını karşılamaktadır çünkü annenin bu hali bir süre sonra yavaş yavaş son bulmaya başlar. Kendi ihtiyaçlarına ve isteklerine de kulak vermeye ve bebeğe daha yavaş yanıtlar vermeye başlar.
İşte bu süreç ile bebek, Winnicott’ ın diğer bir geçiş yaşantısı olan “Nesnel Gerçeklik Yaşantısı” nı deneyimlemeye başlar.
NESNEL GERÇEKLİK YAŞANTISI : “Arzularım her şeye kadir değil !”
Çocuğun yanılsama anı, tümgüçlülük duygusu güvenli bir şekilde yerleştikten sonra dereceli bir şekilde bu yanılsamanın kırılması gerekmektedir.
Bu çocuğun sanrılı bir şekilde tümgüçlülüğü deneyimlemesinden, deyim yerindeyse gerçeklik ilkesine geçişi anlamına gelecektir. İhtiyaçlarıyla her şeyi yaratan o değildir. Bir dış dünya vardır, onun gerekleri, zorlukları, zorunlulukları vardır.
Söz konusu geçiş annenin kaçınılmaz ve döneme uygun yetersizlikleri sayesinde olur. Bu minimal kırılmalar ile birlikte bebekte ihtiyaçlarını karşılayan bir dış dünya, bir gerçeklik olduğu fikri oluşmaya başlar. Annenin çocuğun gelişimi ile paralel bir şekilde onun ihtiyaçlarına dereceli bir şekilde duyarsızlaşması çocuğun tümgüçlülük yanılsamasını yıkar ve gerçeklik duygusunu geliştirir. Bu aynı zamanda anneden ayrışmayı, bireyselleşmeyi de temsil eder.
Bebek tümgüçlülük yaşantısında memeyi kendinin yarattığını düşünürken, nesnel gerçeklik yaşantısında memenin dış dünyadan geldiğinin farkına varmaya başlar ve artık onu dış dünyada bulmak zorundadır. Bu yüzden dış dünyadaki ötekilerin varlığıyla uyum içinde olmak ve onlarla sağlıklı ilişkiler kurması gerektiğini fark eder.
Bu geçiş güçlü bir şekilde acı verici ama aynı zamanda yapıcı bir süreçtir.
Winnicott her bebeğin bu yaşantılardan geçtiğini öne sürer önemli olan yaşantıların bebek hazır olduğunda gerçekleşmesidir. Örneğin çocuğun tümgüçlülük yanılsamasının, annenin eş duyumlu olmayan yanıtlarıyla erken ve sert engellenmesi ciddi psikopatolojik sonuçlar doğurabilir. Böyle bir durumdaki çocuk giderek bir “sahte kendilik” geliştirecektir. Kendiliğinden ihtiyaç ve taleplerinden vazgeçecek, hızla annenin ve başkalarının taleplerine göre kendini oluşturmaya çalışacaktır. Hakiki bir kendilik geliştiremeden, dış dünyadan talep edebildiklerini alabilmek adına yüzeysel bir uyum sağlayıp, sahte kendilik tarafından kuşatılacaktır.
Şimdi tüm okuyuculardan bu iki geçiş yaşantısının ne kadar sert ve zorlayıcı olduğunu düşünmelerini isteyeceğim. Her şeyi yaratabileceğiniz bir alandan, aslında yaratamayacağınız ve birçok ihtiyaç duyduğunuz nesneyi dış dünyadan almanız gereken bir alana doğru adımladığınızı hayal edin. Biz yetişkinler için bile ne kadar acı verici bir deneyim olarak duruyor değil mi?
Gerçekten de öyle.
Dünyayı yeni yeni anlamlandırmaya başlayan bir bebek için ise bunun daha da ağır olabileceğini tahmin edebiliyoruz. Peki Winnicott’ ın bu sert deneyimi, biraz daha hafiflettiğini düşündüğü bir yaşantı çeşidi daha öne sürdüğünü biliyor muydunuz?
Bu yaşantının ismi ise “Geçiş Yaşantısı”, bir sonraki başlıkta bu yaşantıyı inceleyelim 😊

GEÇİŞ YAŞANTISI : “Yanılsamadan gerçekliğe geçerken uğradığım bir paradoks”
Geçiş yaşantısını iyi anlayabilmek için öncelikle “Geçiş Nesnesi” kavramını iyi anlamak gerekir.
Çocukluk yaşantınıza dair hatırladığınız, yanınızdan hiç ayırmak istemediğiniz bir nesneye sahip miydiniz?
Bu bir oyuncak ayı, peluş bir battaniye, emzik ya da barbie bebeğiniz olabilir. Vurgulamak istediğimiz nokta şu ki bu nesne, varlığı ile size huzur veren ve güvende hissettiren bir şey olmalı.
Eğer bu soruma yanıtınız evet ise sizin de bir geçiş nesnenizin olduğunu söyleyebiliriz 😊.
Geçiş olgusunu yaşayan bir çocuk, (genellikle!) cansız bir nesne ile belli bir ilişki kurar. Bu nesne kimi zaman bir oyuncak, kimi zaman bir ev eşyası veya benzeri bir şeydir. Çocuk bir süre için sürekli olarak bu nesneyi kendi denetimine alır, sürekli yanında taşır ve bu nesne ile ilgili tüm kararları kendi elinde tutmak ister.
Winnicott’ a göre bu olgu sağlıklı bir gelişimi simgelemektedir. Annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolün yarattığı yanılsamadan çıkmakta olan çocuk gerçekliğe dönmeden önce annesini, daha doğrusu annesi üzerindeki tümgüçlü kontrolünü ikame ettiği yeni bir nesne aramaktadır.
Winnicott’a göre insan daima tümgüçlü bir kontrol sağladığı, iç dünyasının ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya ile;
Dış gerçeklik, gerçek dünyaya uyum arasında gezer durur.
Gerçeklik ; bebeğin gücünün, ihtiyaçlarının sınırlandığı, kendinden bağımsız ötekilerin dünyasıdır. Tekbenci içsellik ile nesnel gerçeklik arasındaki çatışmadır bu. İnsan sürekli olarak dış dünyayı kendi ihtiyaçları çerçevesinde egemenliği altında tutmaya çalışırken dış gerçekliği de hesaba katmaya zorlanır. İşte bu çerçevede kendini “geçiş nesnesi” ile gösteren “geçiş olgusu” önemli bir ara aşamadır.
Çocuğun sahip olduğu geçiş nesnesi konusunda ebeveynler ile kapalı bir şekilde bir anlaşma meydana gelir. Erişkinler çocuğun geçiş nesnesi üzerindeki kayıtsız egemenliğini tanırlar, sorgulamaz ve yargılamazlar. Çocuk açısından geçiş nesnesi ne tam olarak tümgüçlü bir kontrole tabidir ne de büsbütün, egemen olamadığı dış dünyaya aittir.
Winnicott’a göre geçiş deneyimi :
· İçsel olanla dışsalın
· Tümgüçlülük ile gerçekliğin
· Mutlak yaratıcılıkla zorunluluğun
Arasında yer alan paradoksal bir konum oluşturur.
Öznel tümgüçlülükte bebek memeyi yarattığını düşünür ve onun üstünde tam denetimi olduğunu hisseder. Nesnel gerçeklikte bebek arzu ettiği memeyi dış gerçeklikte bulmak zorundadır, nesne ondan ayrı ve farklıdır, üstünde tam denetimi yoktur. Geçiş yaşantısında ise bu iki uç kısımda bulunmaz. Burası hem iç gerçekliğin hem de dış hayatın katkıda bulunduğu bir ara deneyimleme bölgesidir. Birey için bir dinlenme yeri olması dışında bu yaşantıdan bir şey beklenemez.
Winnicott geçiş olgusunu şöyle tanımlar:
“Ben burada bir bebeğin gerçekliği tanıyıp kabul etme konusundaki yeteneksizliği ile giderek artan yeteneği arasında bir ara durum olduğunu iddia ediyorum.”
Geçiş yaşantısının bebek için önemi sadece ayrışmasını sağlamak değildir.
Öznel tümgüçlülükte ki her şeyi sunan anne ile nesnel dünyada kendisi için bir şeyler yapan ve ulaşması gereken annenin ortasında bir yerde, çocuğun kendiliğinin öznel bir uzantısını oluşturuyor olması da önemli etkilerinden biridir. Bebek için bu; yarattığı bir kalkan, sert geçişi yavaşlatan bir yaşantıdır.
Geçiş yaşantısının diğer önemli etkilerinden biri de kişinin yaratıcılığı ve işlevselliğini beslemesidir.
■ Sadece öznel tümgüçlülükte yaşayan insan:
Kendine dönük, iletişimi sadece kendine yöneliktir.
■ Sadece nesnel gerçeklikte yaşayan insan:
Yüzeysel olarak uyumlu ama kendi içsel tutkusundan ve özgünlükten yoksundur.
Kişinin yaşantılarını; kendiliği içindeki derin, doğal kaynaklara tutturduğu ama aynı zamanda diğerlerinin varlığı ile ilişkilendirmeyi ve kendiliğini diğerlerinin varlığı ile ifade edebilmeyi başarmasını sağlayan geçiş evresidir. Bu iki yaşantıyı da ortak bir noktada buluşturur.
Eğer bebeğe bu yaşantıları sağlıklı bir şekilde deneyimleyebilecek yeterince iyi bir annelik ve ortam sunulmazsa neler ortaya çıkar?
SINIR AŞIMI
Çocuk spontane arzusunu ifade eder ve arzusu doyurulmazsa görmezden gelinmiş hisseder ve sınır aşımı ortaya çıkar. Dış dünyadaki talebe odaklanma ve onunla baş etme gerekliliği hisseder.
Kendiliğin oyun oynayarak gelişip, sağlamlaşabileceği bir korunaklı alan yerine, çocuk yaşantılarla hızla yüzleşmek ve uyum sağlamak zorunda kalır, bu da çocukta dış dünyaya karşı bir kaygı oluşturur. Bu erken kaygılar çocuğun öznelliğinin gelişimini ve sağlanmasını kısıtlar ve engeller.
Sağlamlaşmış bir kendilik duygusu ile gerçek olarak yaşantılanan, kendi kişisel anlamını üreten bir ben olmak, çocuğun doğmakta olan öznelliğine uyum sağlayan bir annelik ortamı gerektirir.
Bebek ancak “ben” sağlam biçimde inşa edildikten, ona inanıldıktan ve ondan zevk alındıktan sonra “annesinin çocuğu / dışarıdaki ben” algısına, anlaşması gereken bir dizi imge, insan ve beklentiye sahip olmaya başlar.
Yetersiz bir kucaklayıcı çevre ile karşılaşan bireyin zihnini deneyimlerinden koparmak ve yaşantısını dış dünyadan gelen şeyler etrafında biçimlendirmekten başka seçeneği kalmaz.
Çocuk hem izlenmesi ve uzlaşılması gereken bir dış dünya ile başa çıkan hem de daha uygun bir çevre bulunana dek daha derinlerde gerçek yaşantısının çekirdeklerini koruyan bir SAHTE KENDİLİK şekillendirir.
Bu da bir şeylere adım atmak ve bir şeyleri başarmak için yeterli donanıma sahip olsalar da başarısızlık korkusu ile adımlamayan ve geri çekilen yetişkin bireyleri bize hatırlatır.
Winnicott bu bireylere terapi odasında nasıl yaklaşılması, sunulacak ortamın nasıl olması gerektiğini şu şekilde özetliyor:
WINNICOTT’ IN ANALİTİK DURUMU/ TERAPİ ODASI
Terapistin en önemli iki görevi :
■ Bireyin kişisel öznelliğini araştırmak.
■ Oluşturulamamış ve kısıtlanmış kişisel öznelliğin yeniden oluşturulmasını sağlamak.
Bu doğrultuda Analist:
“Yeterince iyi anne gibi, kendi öznelliğini geride tuttuğu ve danışanın kendi öznelliğini, tümgüçlülüğünü deneyimlemesine izin verdiği bir ortam sağlar.”
Hastanın yaşantısının derinlemesine kişisel boyutlarını anlamaya, kendiliğinden doğal olarak ortaya çıkan arzularını kavramaya çalışır.
Hastaya dış dünyanın taleplerinden kaçması için bir sığınak sunar.
Analitik durumda:
■ Olmak’tan
■ Bağlantı kurmaktan
■ Yaşantıladığını ifade etmekten
başka bir şey beklenmez.
Analist:
Yarıda kalmış kendilik gelişiminin yeniden canlandırılabileceği bir ortam ve gerçek kendiliğin ortaya çıkmaya başlaması için yeterince güvenli bir kucaklayıcı çevre sunar.
Unutmayın ki:
“Çok şey bilen bir terapist hastanın yaratıcılığını çok kolay çalabilir.”
-D.W. WINNICOTT
Okuduğunuz için teşekkür ederim 😊
OKUYUCUYA NOT :
“Bu yazımızda sizinle birlikte Freud sonrası kuramcılardan biri olan Winnicott’ ı inceledik. Kendisi benim okumaktan ve teorilerini öğrenmekten çok zevk aldığım kuramcılardan biri, eğer sizin de kendisi hakkında biraz da olsa merakınızı arttırabildiysem, güzel bir kitap önerisi de yapıp bu merakı pekiştirmek isterim.
■ Oyun ve Gerçeklik – D.W. Winnicott
Keyifli okumalar ve iyi günler dilerim… “
KAYNAKÇA:
Freud ve Sonrası : Modern Psikanalitik Düşüncenin Tarihi – Stephen A. Mitchell
Oyun ve Gerçeklik – D.W. Winnicott
Comments