Gözleri acıyordu uykusuzluktan. En son ne zaman bu kadar yorulduğunu dahi hiç hatırlamıyordu. Ovuşturdukça, resmen gıcırdıyordu gözleri. İçinde koşuşturmaktan yorulduğu düşüncelere bile dalamıyordu halsizlikten. Ama ne var ki, bir damla uyku da uyuyamıyordu. Çok saçma değil miydi, insan en ihtiyacı olan şeye, en ihtiyacı olduğu anda ulaşmalıydı. Aynı ifadeden, yüz kasları taş kesilmişti sanki. Ama gülümsemek zorundaydı, onun yegane görevi buydu. Belki de yüzündeki gülümsemesi olmasa, bir hiçti.
Uzak diyarlarda olmak ne güzel olurdu diye düşündü birden, şöyle hoş bir yolculuğa çıkmak... Ilık bir rüzgar esse, ciğerleri rüzgarı tanısa, deniz kokusu da eşlik etse beraberinde…
Boynu mu tutulmuştu acaba, uyuyamamasının sebebi bu olabilir miydi? Hareket edebilseydi kalkıp kendine yiyecek bir şeyler hazırlayacaktı. Ama bakabildiği tek yerden, penceresinden dışarı baktı. Ne gelen vardı, ne giden. Gelen geçen olsaydı da fark etmezdi. Çünkü o; görülmez, duyulmaz, hissedilmez bedeniyle hiç göze batmıyordu. Yapışıp yaşadığı o küçücük magnet yer, onun ıssız şehriydi. Kimsenin gelemediği ve onun gidemediği...
Şöyle derin bir iç çekti... Hayat, dedi, uykuyla uykusuzluk arasındaki o çizgide saklı. Görünmeyeni görmekte, hissedilmeyenlere uzanmakta saklı. Hayat, durduğumuz yerde değil, adım atıp çıkabildiğimiz yerde saklı. Uykusuz, gıcırdayan gözlerimizin ışıltısında saklı. Sahip olduğumuz o dar pencerenin dışında saklı. Belki de hayat, içinde yaşadığımız o ıssız magnet şehirlerde değil, ordan kendimizi çıkarıp özgürleştiğimiz yerde saklı...
“Anne! Anne! Duyuyor musun beni? Bir şey söyleyeceğim. Hani geçen tatilden döndüğümüzde aldığımız buzdolabı magnetleri var ya, bulamıyorum onları. Dur bir dakika, şu çantanın köşesine sıkıştırmıştım. Heh tamam, buldum! Bunları buzdolabına yapıştırıcam ama hiç yer kalmamış.
Bu magnet de ne böyle! Üstünde gülümseyen bir kız resmi var. Ne kadar uzun zamandır duruyorsa artık, çok da yıpranmış gözüküyor. Çıkarıyorum bunu buzdolabından, haberin olsun.”
Comments