İnsanların zaman zaman kendi ürettikleri sistemin hakimiyeti altına girerek kendilerine yabancılaştıkları bir çağın içinde yaşıyoruz. Sistemin bizden bunca beklentisi ve bizim sisteme karşı bunca sorumluluğumuz varken kendimiz olarak kalmayı ne kadar başarabiliyoruz? Travmatik kaybın ardından kendisini bu soruyu cevaplamaya çalışırken bulan Davis’in sürecini inceleyeceğiz bugün; modern yaşamı varoluşçu bir gözle eleştiren “Demoliton” monotonlaşan, otomatikleşen ve kendisini özünden uzaklaştıran yaşamına yeniden yön vermeye çalışan bir adamın hikayesi.
Davis, karısını trajik bir trafik kazasında kaybediyor. Ölmeden önce arabada son konuştukları şey ise evlerindeki 2 haftadır sızdıran, eşinin şikayetçi olduğu ama Davis’in sızdırdığını bile fark etmediği buzdolabı. Burada Davis’i eşine ve yaşamına dair apatik bir halde olduğunu görebiliyoruz çünkü Davis ihtiyaçlarından, duygularından, özünden uzak düşmüş bir modern sistem adamı. Tıpkı buzdolabının sızdırmasına alıştığı gibi sistemin arızalarına da alışmış ve artık bir problem olup olmadığını bile sorgulamıyor.
Kazadan sonra hastanede karısının ölüm haberini alan Davis, hastanenin otomatından yiyecek almaya çalışıp parasını otomata kaptırınca otomat şirketine bir şikayet mektubu yazıyor; “Şampiyon Otomat Şirketi, 714 numaralı otomatınıza tam iki tane çeyreklik attım ama şekerlemeyi vermedi. Bu üzücüydü çünkü oldukça acıkmıştım. Bir de karımı on dakika önce kaybetmiş olmam var tabii.” Burada şeker otomatı modern yaşam düzeninin makineleşmiş sistemini sembolize ederken çevredekilerin bu soruna karşı ilgisizliği ise aslında aksaklıklarla dolu olan bu sistemi herkesin kabullenmiş olduğunu gösteriyor. Davis’in yazdığı bu ilk mektubu; kendisinin aksayan düzen ile çatışmasının, ona baş kaldırışının film içerisindeki ilk örneği olarak kabul edebiliriz.
Davis hayatını o kadar rutine bağlı, o kadar kalıpların içinde sıkışmış ve makineleşmiş bir biçimde yaşıyor ki duygularını görmeye fırsatı yok, yas sürecini bile nasıl yaşayacağını bilemiyor. Öyle ki, karısının cenazesinde ağlayamadığı için kendisinde bir tuhaflık seziyor ve gizlice ayna karşısına geçip kendini ağlatmaya çalışıyor. Otomat şirketine dürüstçe mektup yazmaya başladığı andan itibaren ise hislerini bir başkasıyla paylaşarak kendisine yaklaştığı bir yolculuğa adım atıyor. Otomat şirketinin müşteri hizmetlerinde çalışan Karen Moreno karakteri, mektuplar aracılığıyla Davis ile etkileşime geçiyor. Karen Moreno da kendisi gibi sistemden kopuk bir karakter; soyadının İspanyolca kökenli olması ve İspanyolca’da kahverengi anlamına gelmesine rağmen karakter İspanyol değil ve sarışın. Bu detayla, Karen’ın toplum tarafından kendisine biçilmiş normlara uyumsuz olduğu sembolik olarak bizlere anlatılıyor. İki ayrıksı karakterin yolları bu şekilde kesişmiş oluyor.
Dönelim Davis’in sürecine. Davis kaza olayına kadar kendisi için belirlenmiş normlara biat ediyor, özgür olmadan yaşamını sürdürüyordu fakat geçirdiği kaza ve eşini kaybetmesi sonrası farkındalık kazanıyor ve bozuk düzene başkaldırmaya başlıyor. Bu süreç ise Davis’in buzdolabı, kahve makinesi gibi tüm arızalı aletleri söküp hatalı parçayı aramaya başlaması ile metaforlaştırılıyor ve o sırada kayınpederinin tavsiyesini duyuyoruz: “Eğer bir şeyi onaracaksan o şeyi önce parçalarına ayırmalısın. Neyin önemli olduğunu ve onu neyin güçlendirdiğini bulmalısın. İnsan kalbini onarmak, bir arabayı onarmaya benzer.”
Zamanla hayata başka bir gözle bakmaya başlıyor Davis. “Daha önce hiç görmediğim şeyleri görmeye başlıyorum. Yani... belki de görmüşümdür. Dikkat etmiyormuşum işte. Bazı nedenlerden dolayı her şey bir metafor haline geldi.” diyor ve o sırada kökünden sökülmüş bir ağaç görüyor: “Ben o sökülmüş ağacım. Dur, ben o ağacı söken fırtınayım.” Kendini toprakla bağı kalmamış devrik bir ağaç gibi görürken aniden onu söken güçlü fırtına olmaya karar veriyor. Davis geçmişindeki baskılanmaya dair öfkesini, geçmiş anılarının sembolü olan evini yıkarak çıkartmaya karar veriyor. Dışarıdan lüks ve mükemmel görünen ev aslında kendisini robotlaştıran bir hapishane gibi. Davis, Karen’in daha yoksul ama sistemden uzak evinde kendisini daha rahat hissediyor. Kendi evi modern yaşamın yapaylığını, Karen’ın evi ise doğallığı sembolize ediyor. Bu yapaylık ve doğallık dualitesinin bir yansımasını da şöyle görüyoruz: Davis kendi evinde projeksiyon cihazıyla vahşi doğa belgeseli izlerken Karen’ın evinde koltuklardan oluşturdukları çadırın içinde gölge oyunuyla hayvan şekilleri yapıp eğleniyorlar.
Karakterler modern yaşamın sanal deneyimlerinden uzaklaştıkça ayrıksı yeni dünyalarındaki “gerçek/sahici” deneyimleri ile yaşadıklarını hissediyorlar. Davis’in yıkımına yardım ettiği evde evlilik yüzüğünü cebine atmasını, eşinin kaybından sonra kendi duvarlarını yıkarak özüne ulaşmaya çalışması şeklinde yorumlayabileceğimiz gibi; ayağına saplanan çivinin acısından haz duyması ya da Chris’in kendisine ateş ettikten sonraki hissettiği acıdan tatmin olmasını, gerçek olan duyusal deneyimler sayesinde uzun zaman sonra hissettiği varoluşunun sembolü olarak düşünebiliriz. Davis yaşamından o kadar kopmuş bir karakter ki, ona yaşadığını hissettirecek bir acı bile kabulü.
Davis’in modern sistem adamı olmaktan çıkışı, sistemin fertleri tarafından “akıl sağlığını yitirmiş olmak” şeklinde yorumlanıyor ve Davis’in profesyonel destek alması gerektiği söyleniyor. Bunu da mental sağlıklı oluşun referansının mevcut sisteme biat etmek/etmemek doğrultusunda belirlendiği konusunda bir eleştiri olarak okuyabiliriz.
Davis sistemden uzaklaştıkça bir nevi özgürleşiyor, dürüstlüğün ve kendisi olmanın verdiği hazzı yaşıyor. Görünümü ve davranışları da buna paralel olarak değişiyor, absürt giyinmeye başlıyor, kulaklıklarını takıp sokaklarda dans ediyor ve daha önce metroda yalan söylediği adamın yanına gidip yalanını düzeltiyor. Davis ancak kendisine dürüst olmayı başardıktan sonra karısının mezarını ziyaret edebiliyor, hıçkırarak ağlayabiliyor, yüzüne bile bakamadığı belgeleri imzalayabiliyor ve çok uzun zaman sonra ilk kez karısı için gerçekten bir şey yapmak istiyor. Özel gereksinimli çocuklarla çalışan Julie için, onun çok sevdiği sahil kenarına çocuklar için bir atlıkarınca koyduruyor. Bu sahneyi aynı zamanda, bir otomat olan atlıkarınca sembolü üzerinden Davis’in eşinin kendisinden beklediği modern sisteme ayak uydurması beklentisine cevap vermesi ve bu sistemle dolaylı olarak barışması olarak yorumlayabiliriz. Yine filmin son sahnesinde, Davis’in çocukken en çok önemsediği şey olan koşu hayalini gülümseyerek çocukların arasında gerçekleştirdiğini, sembolik olarak özüne ulaştığını görüyoruz.
Bizler de bazen makineler gibiyiz. İçimizdeki ufacık bir parçanın arızalanması tüm sistemimizi alt üst edebiliyor. İyileşmek içinse o küçük parçayı bulup onu onarmamız gerekiyor; sevgi, emek ve sabırla.
Davis’in Karen’e yazdığı mektuptan bir bölümle yazımızı bitirelim:
“Sevgili Karen,
Çocukluğumu düşünüp duruyorum. Hastayken başımı annemin kucağına koyardım, o da parmaklarını saçımda gezdirirdi, göz kapaklarımı öperdi. Bu her şeyi düzeltirdi. Sence bunun için artık çok mu geç?”
コメント