top of page

SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM

Yazarın fotoğrafı: Serap AltıntaşSerap Altıntaş

"Bak, dinle beni" dedi Furi. "Sana hiçbir zaman gül bahçesi vadetmedim ben. Hiçbir zaman kusursuz bir adalet vadetmedim ve hiçbir zaman huzur ya da mutluluk da vadetmedim. Sana ancak bütün bunlarla savaşma özgürlüğüne kavuşmanda yardımcı olabilirim. Sana sunduğum tek gerçeklik savaşım. Ve sağlıklı olmak, gücünün yettiği kadarıyla, bu savaşımı kabul edip etmemekte özgür olmak demektir. Ben yalan şeyler vadetmem hiç. Kusursuz, güllük gülistanlık bir dünya masalı koca bir yalandır... üstelik böyle bir dünya çok can sıkıcı bir yer olur."


Akıl hastalarının çoğunun korkunç birer varlık olarak görüldüğü, akıl hastanelerinden çıkmalarının imkânsız olduğuna inanıldığı bir dönemde, karşılaştığı çoğu hastaya koşulsuz bir kucak açan ve hastalıkların aslında kişilerin yaşamla başa çıkma yöntemlerinden biri olduğuna inanan Doktor Fried’ ın sözleri bunlar.

Sana Gül Bahçesi Vadetmedim, Fried’in ve onun eşsiz bir dünyaya sahip olan hastası Deborah’ın yolculuğunu anlatan harika bir eser.


Deborah karakteri beni o kadar etkiledi ki sevgili okur, sanırım bunu kelimelere dökmem çok zamanımı alabilir, hala onun yolculuğunun pençesindeyim gibi hissediyorum. Bir hasta düşünün ki aslında herkes tarafından şanslı ve varlıklı olarak görülen biri ama kendi içinde dünyanın acımasızlığıyla ve güvensizliğiyle daha bir bebek iken yüzleşmek zorunda kalmış ve yaşadığı tüm deneyimlerle bu gerçekleri kendi zihninde haklı çıkarmış.


“Dünya güvenilmez ve bir o kadar korkunç.”



Peki ne yapmalı? Yüzleştiğimiz bu gerçeği nasıl sırtlayacağız, nasıl var olacağız, korkmadan?


Deborah, tüm bu yük ile başa çıkabilmek için büyük bir içe çekilmeyle kendine gösterişli tanrıların var olduğu, kocaman bir dünya yaratan genç kız. Orada çok güzel zamanlar geçirse de kucaklayıcı bu hayali dünya, bir süre sonra onu gerçek dünyayla her temas edişinde cezalandıran bir hale bürünüyor. Deborah ne zaman gerçek bir şeyler hissetse, ağlasa, üzülse ya da iyi bir dost kazandığını düşünecek olsa, bu kendi yarattığı dünyada onu bekleyen cezalarla karşılaşıyor. Tüm tanrılar bir ağızdan fısıldıyor:


“Sen onlar gibi değilsin, onlardan biri olamazsın.”


Bazen bir sigara izmariti ile bazen bir metal kutu parçasıyla kendini cezalandırıyor Deborah, hissettiği her şey için. Aynı zamanda korkuları için de… Derinden gelen bir yaşama korkusu.


“Bir keresinde kendine korkunç işkenceler yapan bir hastam olmuştu. Ona neden böyle şeyler yaptığını sorduğum zaman, ‘Bunları bana dünya yapmasın’ diye karşılığını vermişti. Sonra, ‘Dünyanın neler yapacağını görmek için biraz beklesenize.’ Demiştim. O’da, ‘Anlamıyor musunuz? Eninde sonunda oluyor bunlar, bu şekilde hiç olmazsa kendi yıkımımı kendim yönetiyorum.’ Diye yanıt vermişti.”


Bir akıl hastasının, kendisinin en büyük yargıcı haline gelip, işlediği günahları ve cezaları belirlemesi ilgimi en çok çeken noktalardan biri haline geldi. Hastaların kendisi için endişelenen birçok insan belki de bu davranışları hiçbir zaman anlayamayacaktı belki kitabı okurken ben bile anlayamayacaktım. Ta ki Fried’ ın bu konuşmasına rastlayana kadar. Dünyasını bilmediğimiz ve ötekileştirdiğimiz bu insanlar için kendi içlerinde bir mahkeme vardı aslında. Ve bu mahkemenin tek suçlusu her zaman kendileri oluyorlardı, yaşamak istedikleri için ve aynı zamanda bu yaşama isteğinden ölesiye korktukları için. İki uçlu bir seçenek bu, ya dünyayı tüm korkunçluğuna rağmen tercih etmek ya da kendine koca bir mahkemeye dönüşecek bir dünya inşa etmek.


Hiçbir zaman anlaşılmayan ve farklı olduğu için herkesin sırtını döndüğü bu garip kızın hastaneye gelişi ve Doktor Fried ile yollarının kesişmesi sonucunda Deborah’ın bu saklı dünyasının kapısına da ilk defa bir misafir gelmiş oluyor.


Bir Psikoloji öğrencisi olarak, Fried’ın tüm yaklaşımlarını büyük bir hayranlıkla okumaktan kendimi alıkoyamadım. Deborah’ı tüm dünyası ile kabul etmesi ve onun kendi uydurduğu dili, dünyayı, tanrıları ve geri kalan her şeyi anlamak için çaba sarf edişi, anlayamadığı her şey için Deborah’ı sabırla dinlemesi ve gün geçtikçe ona sunduğu bu kucaklayıcı çevre ile birlikte onu adım adım gerçek dünyaya çekmesi…


Hiçbir zaman ona boş ümitler vermiyor, bir kurtarıcı olmaktan daha çok bir eşlik edici olmak niyetinde. Deborah’ın acılarına ve acıları dolayısıyla kurduğu dünyasına saygısını her zaman koruyor. Ve değişimi istemediği, hazır olmadığı hiçbir an onu adımlaması için zorlamıyor. Ona sırtını dönen tüm herkese karşı kucaklayan biri ile karşılaşmak Deborah’ı yaşama isteği hakkında umutlandırıyor. Bu umutları yüzünden cezalandırılmak zorunda kalsa da…


Kitap boyunca Deborah’ın doktora güvenme daha sonrasında dünyanın aldatıcı bir yer olduğunu, doktorun bir yalancı olduğunu iddia eden kendi tanrılarının sözlerine inanma döngüsü içinde gelip gidiyoruz. Onunla bu temel yaşama korkusunu o kadar derinden hissediyoruz ki… İtiraf etmeden duramayacağım, bir okuyucu olarak kendimi sürekli Doktor Fried’ın yerine koydum ve çabalamama rağmen sürekli güvensizlik döngüsünün başına dönen bir hastaya karşı öfkemi nasıl yenebileceğimi düşünüp durdum. Uzattığım bir eli ısrarla tutmayan birine karşı…


Sonra hayatta hiçbir şeyin bizim perspektifimizden göründüğü kadar kolay olmadığı gerçekliğini tekrar kucakladım zihnimde. Elini tutmaya hazır olmayan birine el uzatmak… Ve sonra tutmadığı için ona sırtını dönmek. Pek adil olmazdı diye düşünüyorum, bu duruma öfke duymak insani bir duygu olabilir ama durup bir düşününce zamanı geldiğinde tekrar uzatmak üzere o eli geri çekmek daha doğru bir davranış olacaktır. Tıpkı Fried’ın Deborah için attığı adımlar gibi.


“Ona bir anlatabilsem… diye düşündü Fried. Çölde doğup büyümüş bir insana, daha görmediği nice bereketli, verimli, olağanüstü derecede güzel topraklar olduğu nasıl anlatılabilirdi acaba?”


Fried içinden bu düşünceleri geçirse de aslında hiç dile getirmedi bunları. Deborah için her şeyi bulan biri olmaktan daha çok onun bulmasını sağlamak amacıyla karanlığında bir ışık haline geldi sadece. Yıllarca kendi değersizliğine inanmış olan bir hasta için ayna haline gelip değerini görmesini sağladı. Deborah’ın tüm gelgitlerine, cezalara, tanrılara, çabalarına kucak açarak adımlamasının önünü aydınlattı. Onca acı gerçekle yüzleşmenin ardından, kendisine açılan bu koca kucağa duyarsız kalmadan, tüm cezalara rağmen cesaretli adımlarla yaşama doğru yürüyen Deborah, kitap boyunca yolculuğuna hayran kaldığım bir karakter haline geldi. Onun tüm o eşsiz dünyasına, tanrılarına, yangınlarına, içinden yükselen derin yaşama isteğine ve kırgınlıklarına şahit olduğum süre boyunca bir insanın kendini korumak için ne kadar korunaklı bir sığınak yaratabileceği gerçeğini gördüm. Ve bu sığınağı, adımlama cesaretini elde ettiği anda yıkabilme gücüne sahip olduğunu da…



“Bütün dünyaların bütün tanrılarına ve korolarına söylüyorum:

Artık yakmak yok, ateş yok, çünkü bağlanmaya başlıyorum galiba…” Duyduğu korku ve sevinçten ağlamaya başladı.

“Galiba, bu dünyaya bağlanmaya başlıyorum.”


“Hey insan kendini yakınca ne oluyor biliyor musunuz? Yanıyor, işte o kadar. Ve yanma denen bir acı veriyor, işte o kadar.”

“Yine mi kendini yaktın?”

“Denedim ama yapamadım.”

“Aa?”

“Çünkü acıttı.”

“Ah, buna çok sevindim!”




KAYNAKÇA: SANA GÜL BAHÇESİ VADETMEDİM – JOANNE GREENBERG




Comments


bottom of page